31 Ocak 2010 Pazar
Yanlız ve Katledilen Burgazım!
Yükselme gruplarına gidenler gittikten sonra sadece 2haftada potadan çıkmak, 2.Lig hayallerini başka bahara ertelemek. İşte devre arası Talha ve Hakan'ı satarak biz bunu kendi kendimize başardık.
Bugüne gelirsek eğer; çok keyifli çıktık Burgaz'dan. Bahisimizi yapıp,askerden günlük izinle Çorlu'ya gelen Patriot'la kucaklaşmaya. Bira içelim teklifimiz ultrAs başkanın bizi götürdüğü mekanın kapalı olması ile es geçilip burgerking'te yedik,fazlaca :)
Stada bizi bırakan peşindeyiz tayfası sanırsam alkol alımı için şehrin içlerine karıştılar. Bizde biletimizi alıp stada girdik.
Maçta geçen haftadan değişik 27 numaralı stoperimizi Tolga'nın yerine, 68 numaralı orta saha oyuncumuzu da Hüseyin'in yerine koyarak başladık oyuna. Daha maçın başından başladık yüklenmeye Çerkezköy kalesine. Hele bir pozisyon var ki ''virtiöz'' Ali Erdem kafayla dokunsa atacağı topu Deniz'e bıraktı kafasını eğip, sayesinde net golü kaçırdık.Sol kanatta oynayan Emre Atalı'nın çalımları sadece golde işe yaradı. 2oyuncuyu oyundan düşürüp, Uğur'a golü attırdı. İlk yarıda Uğur ve yanılmıyorsam Emre ile gole çok yaklaştık ama Burgaz'da oynanan ilk maçta panterleşeceği tutan Çerkezköy kalecisi gene çok iyi bir oyun çıkardı. Bu arada aynı pozisyonda, arada sadece saniyeler varken bir pozisyonu devam ettirip diğerinde Semih'e 2. sarı kartını çıkarıp oyundan atan hakem efendi niyetini burda belli etmeye başlamış aslında da biz pek anlamamışız.
İkinci yarıya doğal olarak orta sahaya bir değişiklik ile başladık. Yağan yağmurla birlikte(ki burda Çorlu Emniyetine çok teşekkür ederiz.)kapalı tribüne geçtik. Daha kendimize gelmeye, yer almaya uğraşırken yerde yatan Mehmet Kömürcü'ye çıkan 2. kırmızı kartla nolduğumuzu şaşırdık ve Çerkezköy'den yiyebileceğimiz tek golü de frikikten yedik. Bundan sonra zaten ne sahadaki oyuncularımız ne de kulübedeki hocalarımız yerlerinde duramıyordu sinirden. Zaten işin komik ve bir o kadar acıklı yönü burdan sonra ortaya çıktı. Oyundan alınan Deniz, hakeme küfür edince kulübeye otururken kırmızı kart görücekti fakat bu muhteşem hakemimiz Deniz'in forma numarasında eşofman giyip oturan Deniz'in ikizine kırmızı çıkardı. Eee tabi yedek kulübesi iyice gerildi. Kaldı ki Atilla ben o değilim diye yırtındıkça hakem 14yazıyor eşofmanında diye mıkırdanıp durdu. Bu sefer Atilla üst eşofmanını çıkarıp formasını gösterince, pişkin ve yüzsüz hakemimiz kartını çıkarıp numarayı değiştirip garip bir şekilde yanlışını düzeltti.
Kalan dakikalarda Uğur'la iki kere gole çok yaklaştık ama birincisinde Uğur'un acele etmesi diğerinde bahsettiğim kalecinin performansı sayesinde gole ulaşamadık. Burak'ın da hakkını teslim etmek gerekiyor tabii ki. En az 3tane net golü çıkardı. Yediği golde çatala giden topa yapabileceği pek birşey yoktu.
Gelelim diğer olaylara;
Geçen maç madde madde yazmıştım ama bu sefer hiçbir maddeye gerek yok!
Lüleburgazspor taraftarı bugün kandırılmıştır! Bildiğin yalan söylenmiştir! Bu yalanı da söyleyen, Karadenizli olmasına rağmen özellikle bu bölgenin hakemleri tarafından doğranan takımın başkanıdır!
Geçen hafta tribünde el sallayıp,otobüs sözü vermeyi bilen. Haftaiçi kendisinden otobüs isteyenlere 4otobüs veriyorum, ama dolduramazsanız bir daha otobüs yok diyen başkandır!
Ki Burgaz taraftarlarının otobüs verilmezse hep beraber trenle gideriz diye konuştukları bilinen birşey. Bunlara izin vermeyip, ben otobüs vericem diye söz verip ama dolduracaksınız diye koşul sunan başkana istinaden toplanan 150kişi ve gelen tek bir otobüs. Bunun tek izahı bu takıma gönül veren insanları kandırmaktır! 2. otobüs binbir rica minnetle gelmiş ve bu otobüs ile gelenler ikinci yarı stada anca ulaşabildiler.
Ve bu başkan maç sonrası sinirden kuduran taraftara sus işareti yapıyor pişkin pişkin. Yok efendi ben orda götümden soluyacam, gırtlağım yırtılıcak. Sen bana kalkıp sus işareti yapacaksan. Yok öyle bolluk.
Sen bize sus işareti yapacağına her maç sahada doğranan takımına sahip çık.
trakyAteşi!
30 Ocak 2010 Cumartesi
28 Ocak 2010 Perşembe
26 Ocak 2010 Salı
Sansüre sansür.
İsmi lazım değil -ki kendini bilir- bir kimse yüzünden bloga bir türlü yazı koyamıyorum. Nasıl bir kasabalıysa kendisi mahalle baskısını burda da bana hissettirdi. Sansüre sansür uygulamamı bitirip tekrar aynı konudan bahsetmek isterim.
Lüleburgazspor un yaratıcı taraftarı!!
Ünlem işaretleri yanlış anlaşılmasın, stad temizleyen burgazsporlunun kritiğini yapacak kadar terbiyesiz değiliz fakat stadın duvarında ki o "ayık ol tayfa burda" yazısının sebebini bilmek istiyorum; her hafta maçlara giden arkadaşları tarafından "evet bi daha ki maç seni de götürücez" diye kandırılan ve artık şehrinde olmayan bir kimseyim neticede.
Üstüne üstlük Beşiktaşlıyım!
Çileli bir yoldaşlık benimki..
Fena da Beşiktaşlı sayılmam da işte, bir aile ziyareti sırasında gördüğüm "ayık ol tayfa burda" yazısı sürekli olarak dört bir yanımı çevirmiş "çarşı" sloganını hatırlatıyor bana. Ki çağrışım da serbest değil, direk yönlendiriyor..
Tekel işçileri için ironik bir tepkiyle destek veren burgazsporlu o yazıdan neden rahatsız değil? Laf olsun beri gelsin taraftarlığı hissetmiyor mu kimse?
Otobüsle deplasmanlara taşınanlardan, kendi evinde takımını hiç yalnız bırakmayan taraftardan bahsediyorum.
Nevi şahsına münhasır olmak iyi değil midir? İyi değil midir diye neden sordum bilemedim bende. Değildir tabi. Saçmadır, zorlamadır. Ne bir mesaj verir ne bir ironisi vardır. Propaganda yapmak için vardır bu kelimeler, sözler, cümleler oysa. Mesajsız, ironisiz de olmazlar.
"ayık ol tayfa burda"
Nedir bu? Ben mi anlamsız buluyorum bir tek?? Evet olabilir, bir Beşiktaşlı olarak yaratıcılık çıtam da diğer taraftarlarınkine benzemeyebilir - =) - ama bu nedir yahu!!
...
Koca bir yazı Lüleburgazsporluları ötekileştirmiş, sanki ben Lüleburgazsporlu değilmişim gibi yazmışım! Sadece internetten, eşe dosta sorarak takip ediyor olabilirim ama burgazsporluyum!! Her maça gidemiyorum çünkü arkadaşlarım yalancı-emre,volkan:)-, kendim bir şey yapamıyorum çünkü artık şehir dışındayım ama taraftar olmama engel değil bu. Çözüm istiyorum.
Eğer ennn burgazsporlular o yazıyı ordan uçurmazlarsa kendi yöntemlerimle halledip yazacağım.
"Kapalının bir fikri var ve fikirler kurşun geçirmez"
Bir dost.
Lüleburgazspor un yaratıcı taraftarı!!
Ünlem işaretleri yanlış anlaşılmasın, stad temizleyen burgazsporlunun kritiğini yapacak kadar terbiyesiz değiliz fakat stadın duvarında ki o "ayık ol tayfa burda" yazısının sebebini bilmek istiyorum; her hafta maçlara giden arkadaşları tarafından "evet bi daha ki maç seni de götürücez" diye kandırılan ve artık şehrinde olmayan bir kimseyim neticede.
Üstüne üstlük Beşiktaşlıyım!
Çileli bir yoldaşlık benimki..
Fena da Beşiktaşlı sayılmam da işte, bir aile ziyareti sırasında gördüğüm "ayık ol tayfa burda" yazısı sürekli olarak dört bir yanımı çevirmiş "çarşı" sloganını hatırlatıyor bana. Ki çağrışım da serbest değil, direk yönlendiriyor..
Tekel işçileri için ironik bir tepkiyle destek veren burgazsporlu o yazıdan neden rahatsız değil? Laf olsun beri gelsin taraftarlığı hissetmiyor mu kimse?
Otobüsle deplasmanlara taşınanlardan, kendi evinde takımını hiç yalnız bırakmayan taraftardan bahsediyorum.
Nevi şahsına münhasır olmak iyi değil midir? İyi değil midir diye neden sordum bilemedim bende. Değildir tabi. Saçmadır, zorlamadır. Ne bir mesaj verir ne bir ironisi vardır. Propaganda yapmak için vardır bu kelimeler, sözler, cümleler oysa. Mesajsız, ironisiz de olmazlar.
"ayık ol tayfa burda"
Nedir bu? Ben mi anlamsız buluyorum bir tek?? Evet olabilir, bir Beşiktaşlı olarak yaratıcılık çıtam da diğer taraftarlarınkine benzemeyebilir - =) - ama bu nedir yahu!!
...
Koca bir yazı Lüleburgazsporluları ötekileştirmiş, sanki ben Lüleburgazsporlu değilmişim gibi yazmışım! Sadece internetten, eşe dosta sorarak takip ediyor olabilirim ama burgazsporluyum!! Her maça gidemiyorum çünkü arkadaşlarım yalancı-emre,volkan:)-, kendim bir şey yapamıyorum çünkü artık şehir dışındayım ama taraftar olmama engel değil bu. Çözüm istiyorum.
Eğer ennn burgazsporlular o yazıyı ordan uçurmazlarsa kendi yöntemlerimle halledip yazacağım.
"Kapalının bir fikri var ve fikirler kurşun geçirmez"
Bir dost.
25 Ocak 2010 Pazartesi
24 Ocak 2010 Pazar
Sahada Cidden Donan Takım
3-0 mağlup olduk...
Maç öncesi imece usulü temizlenen stad zemini.
Maça biraz da tereddütle gittik havadan,zeminden ve 2yıl önce Zonguldak maçında başımıza gelenlerden dolayı.
Neyse saha imece usulü temizlenmişti. Ama bu temizleme sırf 2aydır takımlarına hasret Burgazlıların kavuşma isteğindendi. Yoksa ortada futbol oynanıcak bir saha yoktu kesinlikle.
Stada girdiğimiz gibi tribünümüzü kesip. Kimseler yokken kendi makaramızı yapalım deyip tahtaya gittik. Fakat tahta tribün dize kadar kar. Kendi çabamızla kendimize kadar yer açıp en üstte demirlerde takıldık. Tabi bu arada kartopu atıp kulübenin sağlamlığını da ölçtük maç öncesi.Ve sağlam değil o kulübe arkadaşım. Bizim yumruk atmamızla bir alakası yok. Kartopu bile kırıyor kulübeyi.
Maça gelirsek ortada bizim takım namına hiçbirşey yoktu. Ama maçın hemen başında Uğur yakaladıklarını atsa bu sahada skoru koruyabilirdik belki de. Giden oyuncularla takım bir kademe aşağı seviyeye inmiş. Özellikle Cabir'le beraber oynayan stoper Cabir'in yarısı kadar bile değil futbol bakımından. Ki Bayrampaşa'nın hocası sürekli 5numaranın üstüne oynayın diye bağırıyordu.
İlk golde oradan geldi zaten.Kaçırdığı adamın karşıya karşıya kalması sonucu yedik.
İkinci golde sol kanattan gelen bir atakta bu sefer Cabir adamını kaçırdı. O da altıpastan topu kaleye yuvarladı.
Yediğimiz üçüncü golü ise artık cidden sıkıldığım için başka şeylerle oyalandığım için göremedim. Ama Comche'nin dediğine göre çok güzel atmış karşı takımın oyuncusu.
İşin totaline gelirsek;
1-Takımı bir kerede normal zeminde seyretmek lazım.
2-Bayrampaşa çok iyi takım olmuş.
3-O saha daha da kendine gelmez.
4-Sahada rezilleri oynayan takıma bakmayıp ,başkandan otobüs istemek ayıptır.
Maç öncesi imece usulü temizlenen stad zemini.
Maça biraz da tereddütle gittik havadan,zeminden ve 2yıl önce Zonguldak maçında başımıza gelenlerden dolayı.
Neyse saha imece usulü temizlenmişti. Ama bu temizleme sırf 2aydır takımlarına hasret Burgazlıların kavuşma isteğindendi. Yoksa ortada futbol oynanıcak bir saha yoktu kesinlikle.
Stada girdiğimiz gibi tribünümüzü kesip. Kimseler yokken kendi makaramızı yapalım deyip tahtaya gittik. Fakat tahta tribün dize kadar kar. Kendi çabamızla kendimize kadar yer açıp en üstte demirlerde takıldık. Tabi bu arada kartopu atıp kulübenin sağlamlığını da ölçtük maç öncesi.Ve sağlam değil o kulübe arkadaşım. Bizim yumruk atmamızla bir alakası yok. Kartopu bile kırıyor kulübeyi.
Maça gelirsek ortada bizim takım namına hiçbirşey yoktu. Ama maçın hemen başında Uğur yakaladıklarını atsa bu sahada skoru koruyabilirdik belki de. Giden oyuncularla takım bir kademe aşağı seviyeye inmiş. Özellikle Cabir'le beraber oynayan stoper Cabir'in yarısı kadar bile değil futbol bakımından. Ki Bayrampaşa'nın hocası sürekli 5numaranın üstüne oynayın diye bağırıyordu.
İlk golde oradan geldi zaten.Kaçırdığı adamın karşıya karşıya kalması sonucu yedik.
İkinci golde sol kanattan gelen bir atakta bu sefer Cabir adamını kaçırdı. O da altıpastan topu kaleye yuvarladı.
Yediğimiz üçüncü golü ise artık cidden sıkıldığım için başka şeylerle oyalandığım için göremedim. Ama Comche'nin dediğine göre çok güzel atmış karşı takımın oyuncusu.
İşin totaline gelirsek;
1-Takımı bir kerede normal zeminde seyretmek lazım.
2-Bayrampaşa çok iyi takım olmuş.
3-O saha daha da kendine gelmez.
4-Sahada rezilleri oynayan takıma bakmayıp ,başkandan otobüs istemek ayıptır.
23 Ocak 2010 Cumartesi
Vurulduk Ey Halkım Unutma Bizi
22 Ocak 2010 Cuma
Malina
“Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz, her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar...”
Malina, ya da Günlük Cinayetlerin Romanı
İlk kez 1971’de yayımlanmıştır Malina; çıkışının hemen ardından birkaç baskı yaptı, kısa zamanda çoksatar listelerine yerleşti. Bunu, kitabın normal bir satış çizgisine oturduğu, ama hiç ortadan yitip gitmediği yıllar izledi. 1980’den sonraki yıllar ise yeni bir gelişmeyi başlattı. Bu gelişme günümüzde, Malina’nın, yüzyılımız Avrupa romanının en önemli ürünlerinden biri sayılmasıyla noktalanmış bulunuyor. Malina, bu yeni niteliğiyle artık salt Avusturya yazınının değil, dünya yazınının bir yapıtıdır. Tıpkı Ingeborg Bachmann’ın, salt Avusturyalı bir ozan ve yazar olma niteliğini çoktan geride bırakmış oluşu gibi. Malina, çıkışından günümüze değin zaman zaman çok yoğunlaşan tartışmalara konu oldu. Bu tartışmalar çerçevesinde yapıtı göklere yükseltenlere olduğu kadar, onun roman olma niteliğini yadsıyanlara da rastlandı. Burada kanımca, her iki tutumun da Malina’nın hakkını verebilmekten uzak olduğunu belirtmek gerekir. Ama burada biraz ara verelim ve yine Malina’ya dönmek üzere, biraz da yazara yaklaşalım. “Belli bir an vardı çocukluğumda; o an, benim tüm çocukluğumu yıktı. Hitler’in birliklerinin Klagenfurt’a girişleri. Bu, o denli korkunç bir şeydi ki, anılarım o günle başladı; başka deyişle, erken gelen, o güçte olanını daha sonra çekmediğim bir acıyla...” Ingeborg Bachmann, 24 Aralık 1971 tarihinde kendisiyle yapılan bir konuşmada, çocukluğuna ilişkin olarak bunları söylüyor. Aynı konuşmada kendisine, Malina’da toplumu “en kanlı arena” diye nitelendirmiş olduğu anımsatıldığında, Bachmann’ın yanıtı şöyledir: “Evet, yoksa kuşku mu duyuyorsunuz bundan? Bu sözde uygar dünyada, görünüşte uygar davranan insanlar arasında, gerçekte sürekli bir savaşın egemenliğinden kuşku mu duyuyorsunuz? İnsanların birbirlerini ağır ağır öldürmekte olduklarına inanmıyor musunuz? Kimi zaman herkes açık ve seçik görebiliyor bu gerçeği, ama uzun zaman parçaları boyunca da insanlar yine belli bir dinginlik içersinde yaşayıp gidiyorlar, küçük yaralarıyla, yaralanmalarıyla birlikte, ve aslında yaşanabiliyor da bunlarla...” Daha önce, 5 Mayıs 1971 tarihli bir konuşmada, Malina’dan söz ederken: “Kitabı yazdığım sıralarda, bugün yayımlananların pek azını okumuştum, ama içimde bir şeye karşı yazdığım duygusu vardı. Varlığını hep koruyan bir teröre karşı. Çünkü insanın gerçek ölümü, hastalıklardan değildir, insanın insana yaptıklarındandır.” Olabileceğince canlı kılmak için kendi sözlerini alıntıladığımız Ingeborg Bachmann, 1926 yılında Avusturya’nın Klagenfurt kentinde dünyaya geldi. Felsefe öğrenimi yaptı. 1950’de Martin Heidegger üzerine bir doktora tezi verdi. 1959’da Frankfurt Üniversitesi’ne öğretim üyesi olarak çağrıldı. Ünlü kuramsal yapıtı Frankfurt Dersleri (Frankfurter Vorlesungen, 1960) bu çalışmaların ürünüdür. Ertelenmiş Zaman (Die gestundete Zeit, 1953) ve Büyük Ayı’ya Çağrı (Anrufung des grossen Bären, 1956) adlı şiir kitaplarıyla büyük yankılar uyandırdı. Öyküler, denemeler ve radyo oyunları kaleme aldı. Çalışmaları, Georg Büchner Ödülü, Grup 47 Ödülü, Bremen Kenti Yazın Ödülü, Berlin Eleştirmenler Ödülü, Avusturya Büyük Devlet Ödülü ve Anton Wildgans Ödülü gibi ödüllerle takdir gördü. Ingeborg Bachmann, 1973’te, uzun yıllar yaşadığı Roma’daki evinde fazla miktarda uyku hapı aldıktan sonra yaktığı sigaranın yol açtığı yangında aldığı yaralar sonunda öldü. Malina, yazarın “Ölüm Türleri” (Todesarten) ana başlığı altında yazmayı düşündüğü bir dizi romanın tamamlanabilmiş ilk ve tek bölümüdür. Malina konusunda da sözün çoğunu yazarına bırakmak, herhalde yerinde olacaktır: “Gerek bu kitapta, gerekse sonraki kitaplarda savaş üzerine bir şeyler yazmak istemiyordum. Çünkü bunu yapmak çok basit, benim için aşırı basit olan bir şey. Savaş üzerine herkes bir şeyler yazabilir, ve savaş her zaman korkunçtur. Ama barış üzerine bir şeyler yazmak, yani bizim barış dediğimiz şey üzerine, çünkü bu, gerçekte savaştır... Gerçek savaş, her zaman adı barış olan savaşın patlamasıyla doğar...” (22 Mart 1971) “Kitabım İtalya’da yayımlandığından bu yana, bana hep kitabımın ikinci bölümünü faşizmi göz önünde tutarak mı yazdığımı sordular. Ve ben de dedim ki, hayır, daha önce yazmıştım, faşizm nerede başlar sorusu üzerinde daha önce düşünmüştüm. Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz, her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar... ve ben anlatmak istedim ki, savaş ve barış yoktur, hep savaş vardır...” (Haziran 1973) Malina romanındaki “ütopya” üzerine: “Kimi zaman bana neden içinde her şeyin iyi olacağı ütopik bir ülkeyi, ütopya niteliğinde bir dünyayı tasarımladığımı sordular. Yaşadığımız günlük yaşamın iğrençliği göz önünde tutulduğunda, bu soruyu yanıtlamak bir çelişkiye yol açabilir, çünkü bizler, günümüzde gerçekte hiçbir şeye sahip değiliz. İnsan, ancak maddi şeylerin ötesinde bir şeylere sahipse zengindir. Ve ben bu materyalizme, bu tüketim toplumuna, bu kapitalizme, burada cereyan eden bu korkunçluğa, sırtımızdan yaşamaya hakları olmayan bu insanların zenginleşmesine inanmıyorum. Gerçekte inandığım bir şey var, ve ben buna ‘bir gün gelecek’ diyorum. Ve özlemini çektiğim şey, bir gün gelecek. Evet, belki de gelmeyecek, çünkü onu hep yıktılar, binlerce yıldır yıktılar. Gelmeyecek, ama ben yine de inanıyorum geleceğine. Çünkü eğer inanmazsam, artık yazamam.” (Haziran 1973) Bachmann’ın Malina’sı, mutlak aşkın romanıdır. Başka deyişle, hiçbir zaman iki kişinin aynı zamanda paylaşamayacağı, salt cinselliğin çok ötesinde, ancak iç dünyaların yoğunluğunda yaşanabilen bir aşkın romanı. Dış görünüş bakımından, roman olaysızdır; çünkü her şey, “iç dünyanın alanlarında” olup biter. Bu aşk, son derece güç bir aşktır. Bachmann, bir defasında kendisine, “Her erkek ve her kadın âşık olabilir mi?” diye sorulduğunda, “Hayır,” yanıtını vermiştir, “olamaz, çünkü aşk, bir sanat yapıtıdır.” Malina, kimilerince çok bireysel diye nitelendirilmişti ilk çıktığında; aradan kısa bir süre geçtikten sonra bu yargının da, bireyselleşilmeden toplumsallaşılabileceğine ilişkin sapkın inancın ürünlerinden biri olduğu ortaya çıktı. Bir konuşmada yazar, önemli ve önemsiz ya da büyük ve küçük konular ayrımlarını şöyle ele alıyor: “Çok sayıda yazarın yazmak zorunluluğunu duyduğu büyük olayları yazmak da, bunlardan yakınmak da çok kolaydır. Pakistan’da olanların, şurada, burada olanların korkunç olduğunu söylemek için büyük bir sanatın varlığı gerekmez. Yanı başımızda her gün nelerin olup bittiğini, günlük yaşamda insanların insanları nasıl öldürdüklerini söylemek; önce betimlenmesi gereken, budur; önce bu yapılmalıdır ki, büyük cinayetlere nasıl yol açıldığı anlaşılabilsin.” (7 Ekim 1972) Malina, Bachmann’ın öykülerinin çoğunda dile getirmiş olduğu bir temel tutumun yeni bir yansımasıdır. Bachmann’a göre İkinci Dünya Savaşı’nı izlemiş olan “savaş sonrası” dönemi, belki ilkinden de korkunç olan bir savaşın yaşandığı dönemdir. Bu savaş artık cephelerde, dış dünyada değil, insanların iç dünyasındadır; en büyük hedef, insanları iç dünyalarında yıkmaktır. Bu yıkım ve cinayetler, artık tarihin belli dönemlerinde değil, günlük yaşamımızda yer alır. Bachmann’a göre insanın insanı manevi açıdan, sevgisizliklerle, türlü yaralamalarla öldürüşü, gerçek cinayetleri oluşturur; boyutları daha geniş olan sonraki tüm cinayetlerin, büyük kıyımların temeli, bu günlük cinayetlerde aranmalıdır. Malina’nın yapısı, bu temel tutumu işlemek bakımından tam bir yetkinlik örneğidir. Romanın akışı konusunda okurlarda bir önyargı yaratmamak için, bu yapıya ve akışa ilişkin daha fazla ayrıntı vermekten bilinçli olarak kaçınıyorum. Zaten Bachmann’ın kendisi de bir soruya verdiği yanıtta, bir romanın değişik biçimlerde, değişik yorumlarla okunabileceğini, bu durumun Malina için de geçerli olduğunu belirtmiştir. Okurlar, romanın anlatımında bazı şaşırtıcı özelliklerle karşılaşabilirler. Bu, yazarın “yeni bir dil olmadan yeni bir dünya olmaz” savından kaynaklanan bir anlatım özelliğidir. Bachmann’ın dil sorununa yaşamı boyunca verdiği önem, Wittgenstein’la yoğun biçimde ilgilenmiş oluşu vb noktalar göz önünde tutulursa, Malina’daki özel anlatım biçiminin nedenleri daha da açık biçimde ortaya çıkar. Biraz da bu romanı çevirirken izlediğim yöntemden söz etmek istiyorum. Malina’yı çevirirken, “çeviri kokusu”ndan asla korkmadım; dahası, kimi yerde kitap “çeviri koksun” diye özel çaba bile harcadım. Kendine özgü anlatım biçimlerini dilimize çevirmenin amaçlarından biri de, kendi dilimizin sınırlarını sonuna değin zorlamak, bunun sonucunda amaç dilde yeni olanaklara ve boyutlara kavuşabilmektir. Malina’da hep bunu göz önünde tuttum. Bu amacımda ne ölçüde başarıya ulaştığımı ya da ulaşamadığımı doğal olarak ben değerlendirecek değilim. Bir başka özellik, romandaki “Viyana atmosferi” açısından ortaya çıktı. Viyana’ya ve kısmen de Avusturya’ya ait bazı özelliklerin (yer adları, yemekler vb.) çeviride verilmesinde, sık sık dipnotlara başvurulması düşünülebilirdi. Epey düşündükten sonra, bundan da bilinçli olarak kaçındım. Kanımca Malina gibi baştan sona bir akış’ı dile getiren bir romanda, sayfa altlarının kalabalıklığı bu akışı çok bozacaktı. Benim için çok yoğun bir çeviri çalışmasıydı Malina; çevirinin sonuna yaklaştığımda, oldukça ciddi sağlık sorunlarıyla yüz yüze gelmeme yol açan yoğunlukta bir çalışma; ve ben bu çalışmamı, gerçek bir sevgi ortamında bitirdim. Malina iç dünyamda seçilmiş sevgilerin doruklarında olduğum bir dönemde çevrildi. Var ise, başarısını buna borçlu olacaktır. Bu çeviri, başlanmış bir çeviriydi. Hiç bitmeyebilirdi. Eğer iki seven, Mustafa ve Zeynep yaşamıma girmeselerdi. Bu çeviriyi tümüyle sevgi arayışımın doruğu olan bu iki insana armağan ediyorum.
Ahmet Cemal
Akyol Sokağı, 2/10/1985
Malina, ya da Günlük Cinayetlerin Romanı
İlk kez 1971’de yayımlanmıştır Malina; çıkışının hemen ardından birkaç baskı yaptı, kısa zamanda çoksatar listelerine yerleşti. Bunu, kitabın normal bir satış çizgisine oturduğu, ama hiç ortadan yitip gitmediği yıllar izledi. 1980’den sonraki yıllar ise yeni bir gelişmeyi başlattı. Bu gelişme günümüzde, Malina’nın, yüzyılımız Avrupa romanının en önemli ürünlerinden biri sayılmasıyla noktalanmış bulunuyor. Malina, bu yeni niteliğiyle artık salt Avusturya yazınının değil, dünya yazınının bir yapıtıdır. Tıpkı Ingeborg Bachmann’ın, salt Avusturyalı bir ozan ve yazar olma niteliğini çoktan geride bırakmış oluşu gibi. Malina, çıkışından günümüze değin zaman zaman çok yoğunlaşan tartışmalara konu oldu. Bu tartışmalar çerçevesinde yapıtı göklere yükseltenlere olduğu kadar, onun roman olma niteliğini yadsıyanlara da rastlandı. Burada kanımca, her iki tutumun da Malina’nın hakkını verebilmekten uzak olduğunu belirtmek gerekir. Ama burada biraz ara verelim ve yine Malina’ya dönmek üzere, biraz da yazara yaklaşalım. “Belli bir an vardı çocukluğumda; o an, benim tüm çocukluğumu yıktı. Hitler’in birliklerinin Klagenfurt’a girişleri. Bu, o denli korkunç bir şeydi ki, anılarım o günle başladı; başka deyişle, erken gelen, o güçte olanını daha sonra çekmediğim bir acıyla...” Ingeborg Bachmann, 24 Aralık 1971 tarihinde kendisiyle yapılan bir konuşmada, çocukluğuna ilişkin olarak bunları söylüyor. Aynı konuşmada kendisine, Malina’da toplumu “en kanlı arena” diye nitelendirmiş olduğu anımsatıldığında, Bachmann’ın yanıtı şöyledir: “Evet, yoksa kuşku mu duyuyorsunuz bundan? Bu sözde uygar dünyada, görünüşte uygar davranan insanlar arasında, gerçekte sürekli bir savaşın egemenliğinden kuşku mu duyuyorsunuz? İnsanların birbirlerini ağır ağır öldürmekte olduklarına inanmıyor musunuz? Kimi zaman herkes açık ve seçik görebiliyor bu gerçeği, ama uzun zaman parçaları boyunca da insanlar yine belli bir dinginlik içersinde yaşayıp gidiyorlar, küçük yaralarıyla, yaralanmalarıyla birlikte, ve aslında yaşanabiliyor da bunlarla...” Daha önce, 5 Mayıs 1971 tarihli bir konuşmada, Malina’dan söz ederken: “Kitabı yazdığım sıralarda, bugün yayımlananların pek azını okumuştum, ama içimde bir şeye karşı yazdığım duygusu vardı. Varlığını hep koruyan bir teröre karşı. Çünkü insanın gerçek ölümü, hastalıklardan değildir, insanın insana yaptıklarındandır.” Olabileceğince canlı kılmak için kendi sözlerini alıntıladığımız Ingeborg Bachmann, 1926 yılında Avusturya’nın Klagenfurt kentinde dünyaya geldi. Felsefe öğrenimi yaptı. 1950’de Martin Heidegger üzerine bir doktora tezi verdi. 1959’da Frankfurt Üniversitesi’ne öğretim üyesi olarak çağrıldı. Ünlü kuramsal yapıtı Frankfurt Dersleri (Frankfurter Vorlesungen, 1960) bu çalışmaların ürünüdür. Ertelenmiş Zaman (Die gestundete Zeit, 1953) ve Büyük Ayı’ya Çağrı (Anrufung des grossen Bären, 1956) adlı şiir kitaplarıyla büyük yankılar uyandırdı. Öyküler, denemeler ve radyo oyunları kaleme aldı. Çalışmaları, Georg Büchner Ödülü, Grup 47 Ödülü, Bremen Kenti Yazın Ödülü, Berlin Eleştirmenler Ödülü, Avusturya Büyük Devlet Ödülü ve Anton Wildgans Ödülü gibi ödüllerle takdir gördü. Ingeborg Bachmann, 1973’te, uzun yıllar yaşadığı Roma’daki evinde fazla miktarda uyku hapı aldıktan sonra yaktığı sigaranın yol açtığı yangında aldığı yaralar sonunda öldü. Malina, yazarın “Ölüm Türleri” (Todesarten) ana başlığı altında yazmayı düşündüğü bir dizi romanın tamamlanabilmiş ilk ve tek bölümüdür. Malina konusunda da sözün çoğunu yazarına bırakmak, herhalde yerinde olacaktır: “Gerek bu kitapta, gerekse sonraki kitaplarda savaş üzerine bir şeyler yazmak istemiyordum. Çünkü bunu yapmak çok basit, benim için aşırı basit olan bir şey. Savaş üzerine herkes bir şeyler yazabilir, ve savaş her zaman korkunçtur. Ama barış üzerine bir şeyler yazmak, yani bizim barış dediğimiz şey üzerine, çünkü bu, gerçekte savaştır... Gerçek savaş, her zaman adı barış olan savaşın patlamasıyla doğar...” (22 Mart 1971) “Kitabım İtalya’da yayımlandığından bu yana, bana hep kitabımın ikinci bölümünü faşizmi göz önünde tutarak mı yazdığımı sordular. Ve ben de dedim ki, hayır, daha önce yazmıştım, faşizm nerede başlar sorusu üzerinde daha önce düşünmüştüm. Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz, her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar... ve ben anlatmak istedim ki, savaş ve barış yoktur, hep savaş vardır...” (Haziran 1973) Malina romanındaki “ütopya” üzerine: “Kimi zaman bana neden içinde her şeyin iyi olacağı ütopik bir ülkeyi, ütopya niteliğinde bir dünyayı tasarımladığımı sordular. Yaşadığımız günlük yaşamın iğrençliği göz önünde tutulduğunda, bu soruyu yanıtlamak bir çelişkiye yol açabilir, çünkü bizler, günümüzde gerçekte hiçbir şeye sahip değiliz. İnsan, ancak maddi şeylerin ötesinde bir şeylere sahipse zengindir. Ve ben bu materyalizme, bu tüketim toplumuna, bu kapitalizme, burada cereyan eden bu korkunçluğa, sırtımızdan yaşamaya hakları olmayan bu insanların zenginleşmesine inanmıyorum. Gerçekte inandığım bir şey var, ve ben buna ‘bir gün gelecek’ diyorum. Ve özlemini çektiğim şey, bir gün gelecek. Evet, belki de gelmeyecek, çünkü onu hep yıktılar, binlerce yıldır yıktılar. Gelmeyecek, ama ben yine de inanıyorum geleceğine. Çünkü eğer inanmazsam, artık yazamam.” (Haziran 1973) Bachmann’ın Malina’sı, mutlak aşkın romanıdır. Başka deyişle, hiçbir zaman iki kişinin aynı zamanda paylaşamayacağı, salt cinselliğin çok ötesinde, ancak iç dünyaların yoğunluğunda yaşanabilen bir aşkın romanı. Dış görünüş bakımından, roman olaysızdır; çünkü her şey, “iç dünyanın alanlarında” olup biter. Bu aşk, son derece güç bir aşktır. Bachmann, bir defasında kendisine, “Her erkek ve her kadın âşık olabilir mi?” diye sorulduğunda, “Hayır,” yanıtını vermiştir, “olamaz, çünkü aşk, bir sanat yapıtıdır.” Malina, kimilerince çok bireysel diye nitelendirilmişti ilk çıktığında; aradan kısa bir süre geçtikten sonra bu yargının da, bireyselleşilmeden toplumsallaşılabileceğine ilişkin sapkın inancın ürünlerinden biri olduğu ortaya çıktı. Bir konuşmada yazar, önemli ve önemsiz ya da büyük ve küçük konular ayrımlarını şöyle ele alıyor: “Çok sayıda yazarın yazmak zorunluluğunu duyduğu büyük olayları yazmak da, bunlardan yakınmak da çok kolaydır. Pakistan’da olanların, şurada, burada olanların korkunç olduğunu söylemek için büyük bir sanatın varlığı gerekmez. Yanı başımızda her gün nelerin olup bittiğini, günlük yaşamda insanların insanları nasıl öldürdüklerini söylemek; önce betimlenmesi gereken, budur; önce bu yapılmalıdır ki, büyük cinayetlere nasıl yol açıldığı anlaşılabilsin.” (7 Ekim 1972) Malina, Bachmann’ın öykülerinin çoğunda dile getirmiş olduğu bir temel tutumun yeni bir yansımasıdır. Bachmann’a göre İkinci Dünya Savaşı’nı izlemiş olan “savaş sonrası” dönemi, belki ilkinden de korkunç olan bir savaşın yaşandığı dönemdir. Bu savaş artık cephelerde, dış dünyada değil, insanların iç dünyasındadır; en büyük hedef, insanları iç dünyalarında yıkmaktır. Bu yıkım ve cinayetler, artık tarihin belli dönemlerinde değil, günlük yaşamımızda yer alır. Bachmann’a göre insanın insanı manevi açıdan, sevgisizliklerle, türlü yaralamalarla öldürüşü, gerçek cinayetleri oluşturur; boyutları daha geniş olan sonraki tüm cinayetlerin, büyük kıyımların temeli, bu günlük cinayetlerde aranmalıdır. Malina’nın yapısı, bu temel tutumu işlemek bakımından tam bir yetkinlik örneğidir. Romanın akışı konusunda okurlarda bir önyargı yaratmamak için, bu yapıya ve akışa ilişkin daha fazla ayrıntı vermekten bilinçli olarak kaçınıyorum. Zaten Bachmann’ın kendisi de bir soruya verdiği yanıtta, bir romanın değişik biçimlerde, değişik yorumlarla okunabileceğini, bu durumun Malina için de geçerli olduğunu belirtmiştir. Okurlar, romanın anlatımında bazı şaşırtıcı özelliklerle karşılaşabilirler. Bu, yazarın “yeni bir dil olmadan yeni bir dünya olmaz” savından kaynaklanan bir anlatım özelliğidir. Bachmann’ın dil sorununa yaşamı boyunca verdiği önem, Wittgenstein’la yoğun biçimde ilgilenmiş oluşu vb noktalar göz önünde tutulursa, Malina’daki özel anlatım biçiminin nedenleri daha da açık biçimde ortaya çıkar. Biraz da bu romanı çevirirken izlediğim yöntemden söz etmek istiyorum. Malina’yı çevirirken, “çeviri kokusu”ndan asla korkmadım; dahası, kimi yerde kitap “çeviri koksun” diye özel çaba bile harcadım. Kendine özgü anlatım biçimlerini dilimize çevirmenin amaçlarından biri de, kendi dilimizin sınırlarını sonuna değin zorlamak, bunun sonucunda amaç dilde yeni olanaklara ve boyutlara kavuşabilmektir. Malina’da hep bunu göz önünde tuttum. Bu amacımda ne ölçüde başarıya ulaştığımı ya da ulaşamadığımı doğal olarak ben değerlendirecek değilim. Bir başka özellik, romandaki “Viyana atmosferi” açısından ortaya çıktı. Viyana’ya ve kısmen de Avusturya’ya ait bazı özelliklerin (yer adları, yemekler vb.) çeviride verilmesinde, sık sık dipnotlara başvurulması düşünülebilirdi. Epey düşündükten sonra, bundan da bilinçli olarak kaçındım. Kanımca Malina gibi baştan sona bir akış’ı dile getiren bir romanda, sayfa altlarının kalabalıklığı bu akışı çok bozacaktı. Benim için çok yoğun bir çeviri çalışmasıydı Malina; çevirinin sonuna yaklaştığımda, oldukça ciddi sağlık sorunlarıyla yüz yüze gelmeme yol açan yoğunlukta bir çalışma; ve ben bu çalışmamı, gerçek bir sevgi ortamında bitirdim. Malina iç dünyamda seçilmiş sevgilerin doruklarında olduğum bir dönemde çevrildi. Var ise, başarısını buna borçlu olacaktır. Bu çeviri, başlanmış bir çeviriydi. Hiç bitmeyebilirdi. Eğer iki seven, Mustafa ve Zeynep yaşamıma girmeselerdi. Bu çeviriyi tümüyle sevgi arayışımın doruğu olan bu iki insana armağan ediyorum.
Ahmet Cemal
Akyol Sokağı, 2/10/1985
Taşranın naif çocuğu bir aşkın girdabında boğulurken okur bu romanı! 20'li yaşlarına henüz başlamıştır. Oysa kendini çok daha yaşlı hissetmektedir. Ve bu roman hayatta çıkmaz aklından ve bir gün gelir gece gece yine İngeborg Bachmann'a sarılır! Çünkü faşizmle boğuşan taşranın bir başka naif çocuğuna teselli vermeye çalışır, nafile bir çaba olduğunu bile bile... Çünkü o naif çocuk bile karşıısndaki insana faşizm dolu bir sevgi ile çaresizce çabalamaktadır! Ve sevmenin her şeyin üstesinden geleceğine inanmaktadır... Ve bazen savaşı tercih etmek ile barışı tercih etmek arasındaki ince çizgide yürürken sadece durmak gerektiğini bilmemektedir... Bazen hiçbir şey yapmamak çok şey yapmak anlamına gelebilir...
21 Ocak 2010 Perşembe
Değerlerine Sahip Çıkanlar
20 Ocak 2010 Çarşamba
Alpay Hoca
18 Ocak 2010 Pazartesi
17 Ocak 2010 Pazar
Irmak Çiçek
2
güzün geldiğini iğdelere bakıp söyler…
eteklerinin açıldığına aldırmazdın
bir çırpıda ağaca…Çeviklik sende en kullanışlı şey
inmezdin yanımıza.bütün gün güneşle oynayan terli
yaprakların sırtına üşütmesinler diye havlu koyardın
şefkatli anne, akşam üstü bize de gelsene
mevlüt kokan, evlerdi.Büyümek üzereydik.
pilavlara okyanus gözüyle bakar,
aralarından çıkan etleri balina sanırdık.
köpeklere sen alıştırmıştın bizi…
bir de masumca öpüşmeye
bir çırpıda kadınlığa… Çeviklik sende en kullanışlı şey.
düşlerimiz seninle kokulu diyalektik
aşk için kirli oyunlar yapmayın, derdin
pilavdan dönenin kaşığı kırılsın
bir tanıdığım sensin, başkası değil
tastaki gözyaşlarını, söz ben içeceğim
güzün geldiğini iğdelere bakıp söyler…
eteklerinin açıldığına aldırmazdın
bir çırpıda ağaca…Çeviklik sende en kullanışlı şey
inmezdin yanımıza.bütün gün güneşle oynayan terli
yaprakların sırtına üşütmesinler diye havlu koyardın
şefkatli anne, akşam üstü bize de gelsene
mevlüt kokan, evlerdi.Büyümek üzereydik.
pilavlara okyanus gözüyle bakar,
aralarından çıkan etleri balina sanırdık.
köpeklere sen alıştırmıştın bizi…
bir de masumca öpüşmeye
bir çırpıda kadınlığa… Çeviklik sende en kullanışlı şey.
düşlerimiz seninle kokulu diyalektik
aşk için kirli oyunlar yapmayın, derdin
pilavdan dönenin kaşığı kırılsın
bir tanıdığım sensin, başkası değil
tastaki gözyaşlarını, söz ben içeceğim
Taşradaki Varlık Sebebim
İnsan ailesini blogda paylaşır mı? Ben paylaşıyorum bu gece... Özlüyorum çünkü! Onlar benim ara sıra gitmek zorunda olduğum taşranın varlık sebebi: Ailem! Bugünlerde olağanüstü zamanlardan geçerken biz, onlar destek oluyor bize! Ve eski fotoğrafları karıştırırken hepsinin gözlerinde gördüğüm ışıltıya hayran oluyorum bu gece, bu fotoğrafla... Bazen güzellik sadece bir andır, hissetmek 2 saniye sürer ama ölene kadar unutulmaz! Sizi seviyorum...
Not:Fotoğraf 2007'yi 2008'e bağlayan gece, sevgili annemin doğumgünü.
15 Ocak 2010 Cuma
Gökhan Ünal
14 Ocak 2010 Perşembe
13 Ocak 2010 Çarşamba
Metin Gibi
Galatasaray'ın eski futbolcularından Metin Kurt'un hayali gerçek olmuş ve biz bunu kaçırmışız birkaç günle. Blanka Kütahya'da sürünürken ben de tezimle boğuşurken(ki arada hiç aklımıza gelmeyecek bir şey oldu ve 4 gün dünyadan kopuk gezdim) blogu boşladık! Ama birkaç gün gecikmeyle de olsa bu haberi sizlere ulaştırmayı bir görev olarak gördüm. Son olarak "Gladyatör" isimli biyografisini okuduğum bu spor ve emek adamını ben çok sevdim ve mazur görün yukarıdaki başlığı yazdım. "Metin gibi" oynayan birkaç topçudan biri bana göre, en azından okuduğum ve çevremde sorup soruşturduğuma göre... Şimdi "Metin gibi" sendikal mücadele zamanı!!!
Teknik direktör, futbolcu, malzemeci, temizlik işçisi olarak spora hizmet veren 7 kişi bir araya gelerek Spor Emekçileri Sendikasını (Spor-Sen) kurdu.
Sendikanın kurucularından Galatasaraylı eski futbolcu Metin Kurt, “Günümüzde spor bir oyun, sporcular da bir oyuncu değil. Spordaki hakim anlayış sporu metalaştırıp, sporcuyu spor işçisi durumuna getirdi. Sektördeki aktörlerin oluşan dev pastadan kendilerine düşen payı artırmaya çalışıyoruz” dedi.
Yaşanan köklü değişime rağmen Türkiye’de sporun hâlâ bir yasası bulunmadığına dikkat çeken Metin Kurt, “Sporda da bir demokrasi mücadelesi verilmesi gerekiyor ” ifadelerini kullandı.
Amatör sporcuların en azından asgari ücret alması gerektiğini kaydeden Metin Kurt, örgütlenme alanında çeşitli kademe ve branşlarda spor yapan ya da hizmet veren en az 500 bin kişi olduğunu sözlerine ekledi.
Sendikanın kurucularından Galatasaraylı eski futbolcu Metin Kurt, “Günümüzde spor bir oyun, sporcular da bir oyuncu değil. Spordaki hakim anlayış sporu metalaştırıp, sporcuyu spor işçisi durumuna getirdi. Sektördeki aktörlerin oluşan dev pastadan kendilerine düşen payı artırmaya çalışıyoruz” dedi.
Yaşanan köklü değişime rağmen Türkiye’de sporun hâlâ bir yasası bulunmadığına dikkat çeken Metin Kurt, “Sporda da bir demokrasi mücadelesi verilmesi gerekiyor ” ifadelerini kullandı.
Amatör sporcuların en azından asgari ücret alması gerektiğini kaydeden Metin Kurt, örgütlenme alanında çeşitli kademe ve branşlarda spor yapan ya da hizmet veren en az 500 bin kişi olduğunu sözlerine ekledi.
Kaynak: milliyet.com.tr
Golcü
8 Ocak 2010 Cuma
Reflü Nedir?
Halk arasında Mide Reflüsü olarak bilinen Gastro Özofageal Reflü hastalığı, mide içeriğinin yemek borusuna geri kaçmasıdır. Reflü, asitli mide içeriğinin yemek borusuna gelmesi ve uzun süre temas etmesiyle yemek borusunun asitten kendini koruma özelliğinin yok olmasından kaynaklanır. Erişkinlerin yaklaşık %20'sinde reflü görülmektedir.
Mide içeriği, midenin salgıladığı hidrojen iyonu nedeniyle belirgin derecede asittir. Eğer onikiparmak barsağından mideye doğru safra geri akımı varsa, mideden yukarı çıkan içerik hem asit hem de safra içerir. Alkali özellikli olan safra da mide asidi gibi yemek borusunun tahrişine neden olur. Reflü hastalığı, asitli ve/veya safralı mide içeriğinin yemek borusuna gelmesi ve uzun süre temas etmesiyle yemek borusunun kendini asitten ve/veya safralı mide içeriğinden koruyamaması nedeniyle oluşur.
Yemek borusunun alt ucunda mide içeriğinin yemek borusuna geçişini engelleyen bir kapak mekanizması vardır. Reflü hastalarında en sık görülen özellik bu mekanizmanın gevşekliğidir. Bu durum sıklıkla mide fıtığıyla birlikte yaşanır. Mide boşalım bozukluğu ya da bozulmuş yemek borusu hareketi bu hastalığı tetikleyen diğer nedenlerdir.
Çok canım acıyor ulannn...
Mide içeriği, midenin salgıladığı hidrojen iyonu nedeniyle belirgin derecede asittir. Eğer onikiparmak barsağından mideye doğru safra geri akımı varsa, mideden yukarı çıkan içerik hem asit hem de safra içerir. Alkali özellikli olan safra da mide asidi gibi yemek borusunun tahrişine neden olur. Reflü hastalığı, asitli ve/veya safralı mide içeriğinin yemek borusuna gelmesi ve uzun süre temas etmesiyle yemek borusunun kendini asitten ve/veya safralı mide içeriğinden koruyamaması nedeniyle oluşur.
Yemek borusunun alt ucunda mide içeriğinin yemek borusuna geçişini engelleyen bir kapak mekanizması vardır. Reflü hastalarında en sık görülen özellik bu mekanizmanın gevşekliğidir. Bu durum sıklıkla mide fıtığıyla birlikte yaşanır. Mide boşalım bozukluğu ya da bozulmuş yemek borusu hareketi bu hastalığı tetikleyen diğer nedenlerdir.
Çok canım acıyor ulannn...
6 Ocak 2010 Çarşamba
İmdat Yine Mi Yol
Bir erkeğin hayatı boyunca 3 kabusu vardır bana göre. Erkekliğe ilk adım "sünnet", erkekliğe ikinci adım "askerlik" ve erkeklikle değil de hayatın başka unsurlarının,parçalarının bir araya getirildiği "evlilik"! İşte ben bu kabuslarımdan birinin ile hayaleti uğraşıyorum birkaç gündür, kadim dostlarımdan birinin yemin törenine gitmek üzere yarın Kütahya'ya yola çıkacağım ve nedense huzursuzum... Nedenini bilemiyorum, belki de bir askeri birliğin içini terk edeli 8 ay olmuştur ondan mı? Neyse her şey olacağına varır... Sanırım benim için önemli olan uzun yıllardır 5-6 saatlik otobüs yolculuğuna çıkmamam olsa gerek! Bir de 2002'de bir kez ziyaret ettiğim Kütahya'ya hayatımın 2. ziyaretini gerçekleştirecek olmam... Neyse her şey güzel olacak! Cuma akşamı görüşmek üzere...
Not: Evliya Çelebi Kütahyalı. Bunu biliyor muydunuz? İki bin iki ziyaretimden aklımda kalan en önemli şeylerden biridir benim için...
Liverpool Fan's Present
Vidyoya yapılan yorumlardan bir tanesi şöyle:"Bir sakatlık bir oyuncunun kariyerini bu kadar mı değiştirir." Katılmamak elde mi? Harry Kewell'ın Liverpool kariyeri boyunca attığı 16 golü izliyoruz...
Bırakma bizi!
5 Ocak 2010 Salı
3 Maç
1 Ocak 2010 Cuma
Gençlere Bakmak
Ntvspor.net Geleceğin Yıldızları adı altında Türkiye liglerinde oynayan 86-90 doğumlu oyuncular arasından potansiyelleri olanları siteye taşımışlar.
Burgaz'dan bu listeye giren oyuncular ise şöyle;
87 doğumlular:
Ali Erdem Avuncaner (Lüleburgazspor) 87 doğumlu – 1 gol
Emre Atalı (Lüleburgazspor) 87 doğumlu – 4 gol
88 doğumlular:
Talha Mayhoş (Lüleburgazspor) 88 doğumlu – 8 gol
Cabir Coşar (Lüleburgazspor) 88 doğumlu – 1 gol
89 doğumlular:
Uğur Kıllı (Lüleburgazspor) 89 doğumlu – 13 gol - İlk profesyonelliği Lüleburgazspor’da
Semih Kahraman (Lüleburgazspor) 89 doğumlu
Haberin linki: Yıldızları bırak, gençlere bak!
Burgaz'dan bu listeye giren oyuncular ise şöyle;
87 doğumlular:
Ali Erdem Avuncaner (Lüleburgazspor) 87 doğumlu – 1 gol
Emre Atalı (Lüleburgazspor) 87 doğumlu – 4 gol
88 doğumlular:
Talha Mayhoş (Lüleburgazspor) 88 doğumlu – 8 gol
Cabir Coşar (Lüleburgazspor) 88 doğumlu – 1 gol
89 doğumlular:
Uğur Kıllı (Lüleburgazspor) 89 doğumlu – 13 gol - İlk profesyonelliği Lüleburgazspor’da
Semih Kahraman (Lüleburgazspor) 89 doğumlu
Haberin linki: Yıldızları bırak, gençlere bak!
10 Yıl Olmuş
Decade'i falan boşver ben İngilizce konuşmayı sevmem, hele yazmayı hiç sevmem Türklerle... 10 yıl olmuş der geçerim! Tuhaf bundan 10 yıl önce aman çift sayılar sistemde yok bilgisayarlar patlayacak, yok olacak demişlerdi! Bırak yok olmayı, neredeyse başka bir aleme geçicez bilgisayarlar ile... Neyse konumuz o değil 10 yılın geçmesi, medyanın gazına gelen bir yazarım aslında, haydi biz de bir liste yapalım demesi:
-2000 Aşk
-2001 Aşk
-2002 Aşk
-200... gerisi hikaye!
O kadar olmuş mu? Olmuş be yaaa! Hadi neyse...
-2000 Aşk
-2001 Aşk
-2002 Aşk
-200... gerisi hikaye!
O kadar olmuş mu? Olmuş be yaaa! Hadi neyse...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)