“Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz, her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar...”
Malina, ya da Günlük Cinayetlerin Romanı
İlk kez 1971’de yayımlanmıştır Malina; çıkışının hemen ardından birkaç baskı yaptı, kısa zamanda çoksatar listelerine yerleşti. Bunu, kitabın normal bir satış çizgisine oturduğu, ama hiç ortadan yitip gitmediği yıllar izledi. 1980’den sonraki yıllar ise yeni bir gelişmeyi başlattı. Bu gelişme günümüzde, Malina’nın, yüzyılımız Avrupa romanının en önemli ürünlerinden biri sayılmasıyla noktalanmış bulunuyor. Malina, bu yeni niteliğiyle artık salt Avusturya yazınının değil, dünya yazınının bir yapıtıdır. Tıpkı Ingeborg Bachmann’ın, salt Avusturyalı bir ozan ve yazar olma niteliğini çoktan geride bırakmış oluşu gibi. Malina, çıkışından günümüze değin zaman zaman çok yoğunlaşan tartışmalara konu oldu. Bu tartışmalar çerçevesinde yapıtı göklere yükseltenlere olduğu kadar, onun roman olma niteliğini yadsıyanlara da rastlandı. Burada kanımca, her iki tutumun da Malina’nın hakkını verebilmekten uzak olduğunu belirtmek gerekir. Ama burada biraz ara verelim ve yine Malina’ya dönmek üzere, biraz da yazara yaklaşalım. “Belli bir an vardı çocukluğumda; o an, benim tüm çocukluğumu yıktı. Hitler’in birliklerinin Klagenfurt’a girişleri. Bu, o denli korkunç bir şeydi ki, anılarım o günle başladı; başka deyişle, erken gelen, o güçte olanını daha sonra çekmediğim bir acıyla...” Ingeborg Bachmann, 24 Aralık 1971 tarihinde kendisiyle yapılan bir konuşmada, çocukluğuna ilişkin olarak bunları söylüyor. Aynı konuşmada kendisine, Malina’da toplumu “en kanlı arena” diye nitelendirmiş olduğu anımsatıldığında, Bachmann’ın yanıtı şöyledir: “Evet, yoksa kuşku mu duyuyorsunuz bundan? Bu sözde uygar dünyada, görünüşte uygar davranan insanlar arasında, gerçekte sürekli bir savaşın egemenliğinden kuşku mu duyuyorsunuz? İnsanların birbirlerini ağır ağır öldürmekte olduklarına inanmıyor musunuz? Kimi zaman herkes açık ve seçik görebiliyor bu gerçeği, ama uzun zaman parçaları boyunca da insanlar yine belli bir dinginlik içersinde yaşayıp gidiyorlar, küçük yaralarıyla, yaralanmalarıyla birlikte, ve aslında yaşanabiliyor da bunlarla...” Daha önce, 5 Mayıs 1971 tarihli bir konuşmada, Malina’dan söz ederken: “Kitabı yazdığım sıralarda, bugün yayımlananların pek azını okumuştum, ama içimde bir şeye karşı yazdığım duygusu vardı. Varlığını hep koruyan bir teröre karşı. Çünkü insanın gerçek ölümü, hastalıklardan değildir, insanın insana yaptıklarındandır.” Olabileceğince canlı kılmak için kendi sözlerini alıntıladığımız Ingeborg Bachmann, 1926 yılında Avusturya’nın Klagenfurt kentinde dünyaya geldi. Felsefe öğrenimi yaptı. 1950’de Martin Heidegger üzerine bir doktora tezi verdi. 1959’da Frankfurt Üniversitesi’ne öğretim üyesi olarak çağrıldı. Ünlü kuramsal yapıtı Frankfurt Dersleri (Frankfurter Vorlesungen, 1960) bu çalışmaların ürünüdür. Ertelenmiş Zaman (Die gestundete Zeit, 1953) ve Büyük Ayı’ya Çağrı (Anrufung des grossen Bären, 1956) adlı şiir kitaplarıyla büyük yankılar uyandırdı. Öyküler, denemeler ve radyo oyunları kaleme aldı. Çalışmaları, Georg Büchner Ödülü, Grup 47 Ödülü, Bremen Kenti Yazın Ödülü, Berlin Eleştirmenler Ödülü, Avusturya Büyük Devlet Ödülü ve Anton Wildgans Ödülü gibi ödüllerle takdir gördü. Ingeborg Bachmann, 1973’te, uzun yıllar yaşadığı Roma’daki evinde fazla miktarda uyku hapı aldıktan sonra yaktığı sigaranın yol açtığı yangında aldığı yaralar sonunda öldü. Malina, yazarın “Ölüm Türleri” (Todesarten) ana başlığı altında yazmayı düşündüğü bir dizi romanın tamamlanabilmiş ilk ve tek bölümüdür. Malina konusunda da sözün çoğunu yazarına bırakmak, herhalde yerinde olacaktır: “Gerek bu kitapta, gerekse sonraki kitaplarda savaş üzerine bir şeyler yazmak istemiyordum. Çünkü bunu yapmak çok basit, benim için aşırı basit olan bir şey. Savaş üzerine herkes bir şeyler yazabilir, ve savaş her zaman korkunçtur. Ama barış üzerine bir şeyler yazmak, yani bizim barış dediğimiz şey üzerine, çünkü bu, gerçekte savaştır... Gerçek savaş, her zaman adı barış olan savaşın patlamasıyla doğar...” (22 Mart 1971) “Kitabım İtalya’da yayımlandığından bu yana, bana hep kitabımın ikinci bölümünü faşizmi göz önünde tutarak mı yazdığımı sordular. Ve ben de dedim ki, hayır, daha önce yazmıştım, faşizm nerede başlar sorusu üzerinde daha önce düşünmüştüm. Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz, her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar... ve ben anlatmak istedim ki, savaş ve barış yoktur, hep savaş vardır...” (Haziran 1973) Malina romanındaki “ütopya” üzerine: “Kimi zaman bana neden içinde her şeyin iyi olacağı ütopik bir ülkeyi, ütopya niteliğinde bir dünyayı tasarımladığımı sordular. Yaşadığımız günlük yaşamın iğrençliği göz önünde tutulduğunda, bu soruyu yanıtlamak bir çelişkiye yol açabilir, çünkü bizler, günümüzde gerçekte hiçbir şeye sahip değiliz. İnsan, ancak maddi şeylerin ötesinde bir şeylere sahipse zengindir. Ve ben bu materyalizme, bu tüketim toplumuna, bu kapitalizme, burada cereyan eden bu korkunçluğa, sırtımızdan yaşamaya hakları olmayan bu insanların zenginleşmesine inanmıyorum. Gerçekte inandığım bir şey var, ve ben buna ‘bir gün gelecek’ diyorum. Ve özlemini çektiğim şey, bir gün gelecek. Evet, belki de gelmeyecek, çünkü onu hep yıktılar, binlerce yıldır yıktılar. Gelmeyecek, ama ben yine de inanıyorum geleceğine. Çünkü eğer inanmazsam, artık yazamam.” (Haziran 1973) Bachmann’ın Malina’sı, mutlak aşkın romanıdır. Başka deyişle, hiçbir zaman iki kişinin aynı zamanda paylaşamayacağı, salt cinselliğin çok ötesinde, ancak iç dünyaların yoğunluğunda yaşanabilen bir aşkın romanı. Dış görünüş bakımından, roman olaysızdır; çünkü her şey, “iç dünyanın alanlarında” olup biter. Bu aşk, son derece güç bir aşktır. Bachmann, bir defasında kendisine, “Her erkek ve her kadın âşık olabilir mi?” diye sorulduğunda, “Hayır,” yanıtını vermiştir, “olamaz, çünkü aşk, bir sanat yapıtıdır.” Malina, kimilerince çok bireysel diye nitelendirilmişti ilk çıktığında; aradan kısa bir süre geçtikten sonra bu yargının da, bireyselleşilmeden toplumsallaşılabileceğine ilişkin sapkın inancın ürünlerinden biri olduğu ortaya çıktı. Bir konuşmada yazar, önemli ve önemsiz ya da büyük ve küçük konular ayrımlarını şöyle ele alıyor: “Çok sayıda yazarın yazmak zorunluluğunu duyduğu büyük olayları yazmak da, bunlardan yakınmak da çok kolaydır. Pakistan’da olanların, şurada, burada olanların korkunç olduğunu söylemek için büyük bir sanatın varlığı gerekmez. Yanı başımızda her gün nelerin olup bittiğini, günlük yaşamda insanların insanları nasıl öldürdüklerini söylemek; önce betimlenmesi gereken, budur; önce bu yapılmalıdır ki, büyük cinayetlere nasıl yol açıldığı anlaşılabilsin.” (7 Ekim 1972) Malina, Bachmann’ın öykülerinin çoğunda dile getirmiş olduğu bir temel tutumun yeni bir yansımasıdır. Bachmann’a göre İkinci Dünya Savaşı’nı izlemiş olan “savaş sonrası” dönemi, belki ilkinden de korkunç olan bir savaşın yaşandığı dönemdir. Bu savaş artık cephelerde, dış dünyada değil, insanların iç dünyasındadır; en büyük hedef, insanları iç dünyalarında yıkmaktır. Bu yıkım ve cinayetler, artık tarihin belli dönemlerinde değil, günlük yaşamımızda yer alır. Bachmann’a göre insanın insanı manevi açıdan, sevgisizliklerle, türlü yaralamalarla öldürüşü, gerçek cinayetleri oluşturur; boyutları daha geniş olan sonraki tüm cinayetlerin, büyük kıyımların temeli, bu günlük cinayetlerde aranmalıdır. Malina’nın yapısı, bu temel tutumu işlemek bakımından tam bir yetkinlik örneğidir. Romanın akışı konusunda okurlarda bir önyargı yaratmamak için, bu yapıya ve akışa ilişkin daha fazla ayrıntı vermekten bilinçli olarak kaçınıyorum. Zaten Bachmann’ın kendisi de bir soruya verdiği yanıtta, bir romanın değişik biçimlerde, değişik yorumlarla okunabileceğini, bu durumun Malina için de geçerli olduğunu belirtmiştir. Okurlar, romanın anlatımında bazı şaşırtıcı özelliklerle karşılaşabilirler. Bu, yazarın “yeni bir dil olmadan yeni bir dünya olmaz” savından kaynaklanan bir anlatım özelliğidir. Bachmann’ın dil sorununa yaşamı boyunca verdiği önem, Wittgenstein’la yoğun biçimde ilgilenmiş oluşu vb noktalar göz önünde tutulursa, Malina’daki özel anlatım biçiminin nedenleri daha da açık biçimde ortaya çıkar. Biraz da bu romanı çevirirken izlediğim yöntemden söz etmek istiyorum. Malina’yı çevirirken, “çeviri kokusu”ndan asla korkmadım; dahası, kimi yerde kitap “çeviri koksun” diye özel çaba bile harcadım. Kendine özgü anlatım biçimlerini dilimize çevirmenin amaçlarından biri de, kendi dilimizin sınırlarını sonuna değin zorlamak, bunun sonucunda amaç dilde yeni olanaklara ve boyutlara kavuşabilmektir. Malina’da hep bunu göz önünde tuttum. Bu amacımda ne ölçüde başarıya ulaştığımı ya da ulaşamadığımı doğal olarak ben değerlendirecek değilim. Bir başka özellik, romandaki “Viyana atmosferi” açısından ortaya çıktı. Viyana’ya ve kısmen de Avusturya’ya ait bazı özelliklerin (yer adları, yemekler vb.) çeviride verilmesinde, sık sık dipnotlara başvurulması düşünülebilirdi. Epey düşündükten sonra, bundan da bilinçli olarak kaçındım. Kanımca Malina gibi baştan sona bir akış’ı dile getiren bir romanda, sayfa altlarının kalabalıklığı bu akışı çok bozacaktı. Benim için çok yoğun bir çeviri çalışmasıydı Malina; çevirinin sonuna yaklaştığımda, oldukça ciddi sağlık sorunlarıyla yüz yüze gelmeme yol açan yoğunlukta bir çalışma; ve ben bu çalışmamı, gerçek bir sevgi ortamında bitirdim. Malina iç dünyamda seçilmiş sevgilerin doruklarında olduğum bir dönemde çevrildi. Var ise, başarısını buna borçlu olacaktır. Bu çeviri, başlanmış bir çeviriydi. Hiç bitmeyebilirdi. Eğer iki seven, Mustafa ve Zeynep yaşamıma girmeselerdi. Bu çeviriyi tümüyle sevgi arayışımın doruğu olan bu iki insana armağan ediyorum.
Ahmet Cemal
Akyol Sokağı, 2/10/1985
Malina, ya da Günlük Cinayetlerin Romanı
İlk kez 1971’de yayımlanmıştır Malina; çıkışının hemen ardından birkaç baskı yaptı, kısa zamanda çoksatar listelerine yerleşti. Bunu, kitabın normal bir satış çizgisine oturduğu, ama hiç ortadan yitip gitmediği yıllar izledi. 1980’den sonraki yıllar ise yeni bir gelişmeyi başlattı. Bu gelişme günümüzde, Malina’nın, yüzyılımız Avrupa romanının en önemli ürünlerinden biri sayılmasıyla noktalanmış bulunuyor. Malina, bu yeni niteliğiyle artık salt Avusturya yazınının değil, dünya yazınının bir yapıtıdır. Tıpkı Ingeborg Bachmann’ın, salt Avusturyalı bir ozan ve yazar olma niteliğini çoktan geride bırakmış oluşu gibi. Malina, çıkışından günümüze değin zaman zaman çok yoğunlaşan tartışmalara konu oldu. Bu tartışmalar çerçevesinde yapıtı göklere yükseltenlere olduğu kadar, onun roman olma niteliğini yadsıyanlara da rastlandı. Burada kanımca, her iki tutumun da Malina’nın hakkını verebilmekten uzak olduğunu belirtmek gerekir. Ama burada biraz ara verelim ve yine Malina’ya dönmek üzere, biraz da yazara yaklaşalım. “Belli bir an vardı çocukluğumda; o an, benim tüm çocukluğumu yıktı. Hitler’in birliklerinin Klagenfurt’a girişleri. Bu, o denli korkunç bir şeydi ki, anılarım o günle başladı; başka deyişle, erken gelen, o güçte olanını daha sonra çekmediğim bir acıyla...” Ingeborg Bachmann, 24 Aralık 1971 tarihinde kendisiyle yapılan bir konuşmada, çocukluğuna ilişkin olarak bunları söylüyor. Aynı konuşmada kendisine, Malina’da toplumu “en kanlı arena” diye nitelendirmiş olduğu anımsatıldığında, Bachmann’ın yanıtı şöyledir: “Evet, yoksa kuşku mu duyuyorsunuz bundan? Bu sözde uygar dünyada, görünüşte uygar davranan insanlar arasında, gerçekte sürekli bir savaşın egemenliğinden kuşku mu duyuyorsunuz? İnsanların birbirlerini ağır ağır öldürmekte olduklarına inanmıyor musunuz? Kimi zaman herkes açık ve seçik görebiliyor bu gerçeği, ama uzun zaman parçaları boyunca da insanlar yine belli bir dinginlik içersinde yaşayıp gidiyorlar, küçük yaralarıyla, yaralanmalarıyla birlikte, ve aslında yaşanabiliyor da bunlarla...” Daha önce, 5 Mayıs 1971 tarihli bir konuşmada, Malina’dan söz ederken: “Kitabı yazdığım sıralarda, bugün yayımlananların pek azını okumuştum, ama içimde bir şeye karşı yazdığım duygusu vardı. Varlığını hep koruyan bir teröre karşı. Çünkü insanın gerçek ölümü, hastalıklardan değildir, insanın insana yaptıklarındandır.” Olabileceğince canlı kılmak için kendi sözlerini alıntıladığımız Ingeborg Bachmann, 1926 yılında Avusturya’nın Klagenfurt kentinde dünyaya geldi. Felsefe öğrenimi yaptı. 1950’de Martin Heidegger üzerine bir doktora tezi verdi. 1959’da Frankfurt Üniversitesi’ne öğretim üyesi olarak çağrıldı. Ünlü kuramsal yapıtı Frankfurt Dersleri (Frankfurter Vorlesungen, 1960) bu çalışmaların ürünüdür. Ertelenmiş Zaman (Die gestundete Zeit, 1953) ve Büyük Ayı’ya Çağrı (Anrufung des grossen Bären, 1956) adlı şiir kitaplarıyla büyük yankılar uyandırdı. Öyküler, denemeler ve radyo oyunları kaleme aldı. Çalışmaları, Georg Büchner Ödülü, Grup 47 Ödülü, Bremen Kenti Yazın Ödülü, Berlin Eleştirmenler Ödülü, Avusturya Büyük Devlet Ödülü ve Anton Wildgans Ödülü gibi ödüllerle takdir gördü. Ingeborg Bachmann, 1973’te, uzun yıllar yaşadığı Roma’daki evinde fazla miktarda uyku hapı aldıktan sonra yaktığı sigaranın yol açtığı yangında aldığı yaralar sonunda öldü. Malina, yazarın “Ölüm Türleri” (Todesarten) ana başlığı altında yazmayı düşündüğü bir dizi romanın tamamlanabilmiş ilk ve tek bölümüdür. Malina konusunda da sözün çoğunu yazarına bırakmak, herhalde yerinde olacaktır: “Gerek bu kitapta, gerekse sonraki kitaplarda savaş üzerine bir şeyler yazmak istemiyordum. Çünkü bunu yapmak çok basit, benim için aşırı basit olan bir şey. Savaş üzerine herkes bir şeyler yazabilir, ve savaş her zaman korkunçtur. Ama barış üzerine bir şeyler yazmak, yani bizim barış dediğimiz şey üzerine, çünkü bu, gerçekte savaştır... Gerçek savaş, her zaman adı barış olan savaşın patlamasıyla doğar...” (22 Mart 1971) “Kitabım İtalya’da yayımlandığından bu yana, bana hep kitabımın ikinci bölümünü faşizmi göz önünde tutarak mı yazdığımı sordular. Ve ben de dedim ki, hayır, daha önce yazmıştım, faşizm nerede başlar sorusu üzerinde daha önce düşünmüştüm. Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz, her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar... ve ben anlatmak istedim ki, savaş ve barış yoktur, hep savaş vardır...” (Haziran 1973) Malina romanındaki “ütopya” üzerine: “Kimi zaman bana neden içinde her şeyin iyi olacağı ütopik bir ülkeyi, ütopya niteliğinde bir dünyayı tasarımladığımı sordular. Yaşadığımız günlük yaşamın iğrençliği göz önünde tutulduğunda, bu soruyu yanıtlamak bir çelişkiye yol açabilir, çünkü bizler, günümüzde gerçekte hiçbir şeye sahip değiliz. İnsan, ancak maddi şeylerin ötesinde bir şeylere sahipse zengindir. Ve ben bu materyalizme, bu tüketim toplumuna, bu kapitalizme, burada cereyan eden bu korkunçluğa, sırtımızdan yaşamaya hakları olmayan bu insanların zenginleşmesine inanmıyorum. Gerçekte inandığım bir şey var, ve ben buna ‘bir gün gelecek’ diyorum. Ve özlemini çektiğim şey, bir gün gelecek. Evet, belki de gelmeyecek, çünkü onu hep yıktılar, binlerce yıldır yıktılar. Gelmeyecek, ama ben yine de inanıyorum geleceğine. Çünkü eğer inanmazsam, artık yazamam.” (Haziran 1973) Bachmann’ın Malina’sı, mutlak aşkın romanıdır. Başka deyişle, hiçbir zaman iki kişinin aynı zamanda paylaşamayacağı, salt cinselliğin çok ötesinde, ancak iç dünyaların yoğunluğunda yaşanabilen bir aşkın romanı. Dış görünüş bakımından, roman olaysızdır; çünkü her şey, “iç dünyanın alanlarında” olup biter. Bu aşk, son derece güç bir aşktır. Bachmann, bir defasında kendisine, “Her erkek ve her kadın âşık olabilir mi?” diye sorulduğunda, “Hayır,” yanıtını vermiştir, “olamaz, çünkü aşk, bir sanat yapıtıdır.” Malina, kimilerince çok bireysel diye nitelendirilmişti ilk çıktığında; aradan kısa bir süre geçtikten sonra bu yargının da, bireyselleşilmeden toplumsallaşılabileceğine ilişkin sapkın inancın ürünlerinden biri olduğu ortaya çıktı. Bir konuşmada yazar, önemli ve önemsiz ya da büyük ve küçük konular ayrımlarını şöyle ele alıyor: “Çok sayıda yazarın yazmak zorunluluğunu duyduğu büyük olayları yazmak da, bunlardan yakınmak da çok kolaydır. Pakistan’da olanların, şurada, burada olanların korkunç olduğunu söylemek için büyük bir sanatın varlığı gerekmez. Yanı başımızda her gün nelerin olup bittiğini, günlük yaşamda insanların insanları nasıl öldürdüklerini söylemek; önce betimlenmesi gereken, budur; önce bu yapılmalıdır ki, büyük cinayetlere nasıl yol açıldığı anlaşılabilsin.” (7 Ekim 1972) Malina, Bachmann’ın öykülerinin çoğunda dile getirmiş olduğu bir temel tutumun yeni bir yansımasıdır. Bachmann’a göre İkinci Dünya Savaşı’nı izlemiş olan “savaş sonrası” dönemi, belki ilkinden de korkunç olan bir savaşın yaşandığı dönemdir. Bu savaş artık cephelerde, dış dünyada değil, insanların iç dünyasındadır; en büyük hedef, insanları iç dünyalarında yıkmaktır. Bu yıkım ve cinayetler, artık tarihin belli dönemlerinde değil, günlük yaşamımızda yer alır. Bachmann’a göre insanın insanı manevi açıdan, sevgisizliklerle, türlü yaralamalarla öldürüşü, gerçek cinayetleri oluşturur; boyutları daha geniş olan sonraki tüm cinayetlerin, büyük kıyımların temeli, bu günlük cinayetlerde aranmalıdır. Malina’nın yapısı, bu temel tutumu işlemek bakımından tam bir yetkinlik örneğidir. Romanın akışı konusunda okurlarda bir önyargı yaratmamak için, bu yapıya ve akışa ilişkin daha fazla ayrıntı vermekten bilinçli olarak kaçınıyorum. Zaten Bachmann’ın kendisi de bir soruya verdiği yanıtta, bir romanın değişik biçimlerde, değişik yorumlarla okunabileceğini, bu durumun Malina için de geçerli olduğunu belirtmiştir. Okurlar, romanın anlatımında bazı şaşırtıcı özelliklerle karşılaşabilirler. Bu, yazarın “yeni bir dil olmadan yeni bir dünya olmaz” savından kaynaklanan bir anlatım özelliğidir. Bachmann’ın dil sorununa yaşamı boyunca verdiği önem, Wittgenstein’la yoğun biçimde ilgilenmiş oluşu vb noktalar göz önünde tutulursa, Malina’daki özel anlatım biçiminin nedenleri daha da açık biçimde ortaya çıkar. Biraz da bu romanı çevirirken izlediğim yöntemden söz etmek istiyorum. Malina’yı çevirirken, “çeviri kokusu”ndan asla korkmadım; dahası, kimi yerde kitap “çeviri koksun” diye özel çaba bile harcadım. Kendine özgü anlatım biçimlerini dilimize çevirmenin amaçlarından biri de, kendi dilimizin sınırlarını sonuna değin zorlamak, bunun sonucunda amaç dilde yeni olanaklara ve boyutlara kavuşabilmektir. Malina’da hep bunu göz önünde tuttum. Bu amacımda ne ölçüde başarıya ulaştığımı ya da ulaşamadığımı doğal olarak ben değerlendirecek değilim. Bir başka özellik, romandaki “Viyana atmosferi” açısından ortaya çıktı. Viyana’ya ve kısmen de Avusturya’ya ait bazı özelliklerin (yer adları, yemekler vb.) çeviride verilmesinde, sık sık dipnotlara başvurulması düşünülebilirdi. Epey düşündükten sonra, bundan da bilinçli olarak kaçındım. Kanımca Malina gibi baştan sona bir akış’ı dile getiren bir romanda, sayfa altlarının kalabalıklığı bu akışı çok bozacaktı. Benim için çok yoğun bir çeviri çalışmasıydı Malina; çevirinin sonuna yaklaştığımda, oldukça ciddi sağlık sorunlarıyla yüz yüze gelmeme yol açan yoğunlukta bir çalışma; ve ben bu çalışmamı, gerçek bir sevgi ortamında bitirdim. Malina iç dünyamda seçilmiş sevgilerin doruklarında olduğum bir dönemde çevrildi. Var ise, başarısını buna borçlu olacaktır. Bu çeviri, başlanmış bir çeviriydi. Hiç bitmeyebilirdi. Eğer iki seven, Mustafa ve Zeynep yaşamıma girmeselerdi. Bu çeviriyi tümüyle sevgi arayışımın doruğu olan bu iki insana armağan ediyorum.
Ahmet Cemal
Akyol Sokağı, 2/10/1985
Taşranın naif çocuğu bir aşkın girdabında boğulurken okur bu romanı! 20'li yaşlarına henüz başlamıştır. Oysa kendini çok daha yaşlı hissetmektedir. Ve bu roman hayatta çıkmaz aklından ve bir gün gelir gece gece yine İngeborg Bachmann'a sarılır! Çünkü faşizmle boğuşan taşranın bir başka naif çocuğuna teselli vermeye çalışır, nafile bir çaba olduğunu bile bile... Çünkü o naif çocuk bile karşıısndaki insana faşizm dolu bir sevgi ile çaresizce çabalamaktadır! Ve sevmenin her şeyin üstesinden geleceğine inanmaktadır... Ve bazen savaşı tercih etmek ile barışı tercih etmek arasındaki ince çizgide yürürken sadece durmak gerektiğini bilmemektedir... Bazen hiçbir şey yapmamak çok şey yapmak anlamına gelebilir...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder